sihirli değnek



Yıl 1980…
Henüz 9 yaşında bir çocuk ilk kez çıktı memleketi sınırlarının dışına…
Yüreğinin ürkek kalp atışlarını babasının sıkı sıkı yapıştığı elinde sakinleştirmeye çalışarak girdi beyaz önlüklü adamın bulunduğu odaya…


Odadan çıktığında yüzünde bir ferahlama, yanağında şişkinlik ve gözlerinde sevinçle baktı babasına…
Günlerdir çektiği işkence birkaç dakikada sona ermişti… Hain diş hak ettiği cezayı bulmuştu!
O günlerin hayal meyal silüeti arasından 40’lı yaşlarına taşıyabildiği otogarın kahvesi, kalenin patika yolu ve Nasrullah Meydanındaki etli ekmekçi kaldı sadece…
Yıllar sonra 1989’un Nisan’ında Üniversite sınavına girmek için geldiğinde de ilk silüette pek fazla değişiklik olmadı…
Ve memuriyet hayatına adım attığı 1998 yılında da…
Yeni binalar yapılıyor, yollardaki trafik lambaları artıyor, araba sayısına paralel ama şehrin silüeti değişmiyordu…
İlkokul çağlarından beynine kazınan Kastamonu silüeti memuriyet hayatına “merhaba” dediği zaman da kendisini korumayı başarmıştı!
Kalenin patika yolu, Nasrullah meydanındaki etli ekmekçi, otogarın sabahçı kahvesi…
Bu silüete 1998 yılından itibaren yeni görüntüler eklendi…
Ama kompozisyonun muhteviyatı aynıydı!
Kalenin patika yoluna;
içki şişelerinin arasında boğulan Saat kulesi…
 yıkılmaya yüz tutmuş, bakımsız, virane konaklar…
adına park denilen ama değil ailenin değme delikanlının tek başına oturamadığı, hele akşam ezanı okunmaya başladığında in ve cinlerin salıncaklarında sallandığı birkaç park…
asırlar öncesinden günümüze ulaşan ama ulaştığına pişman olan camiler, medreseler, hanlar, külliyeler…
ve tabi ki şehrin orta yerine konan boklu dere…
sağında kalesi, solunda kulesi ve ortada yaz aylarımızı perişan eden deresi…
ha…
unutmadan…
bir de akşam ezanı okunduktan sonra sanki sihirli bir değnek dokunmuşcasına boşalıveren, yatsı ezanının ardından da alacakaranlık kuşağına dönen sokakları…
Kastamonu’ya ilk geldiğim yıl bana deselerdi ki;
Gecenin onikisinde ailenle birlikte yol boyu geziye çıkacak ve yolda kalabalıktan yürüyemeyeceksin…
Saat Kulesinden gün batımını seyrederken Semaverde çayını yudumlayacaksın…
Kastamonu Kalesinden şehrin ışıklarla dansını izleyeceksin…
Münire medresesinde Kastamonu’nun en nadide el sanatlarını misafirlerine tanıtacaksın…
Boklu derenin yeşil büyüsünde hatıra fotoğrafı çektirenleri sayamayacaksın…
Tahir Efendi konağında tarihi yaşayacaksın…
Kurşunlu han’da 6 asır öncesine yolculuk edeceksin…
İnönü (Kışla) parkına akşam ezanından sonra değil, gece yarısı gidecek ve ailenle oturup huzur ve güven içersinde piknik yapacaksın…
Rüyada görsem hayra yormazdım…
Hani derler ya;
rüyaları gerçek kılmak bu olsa gerek…
bu sihrin, bu büyünün bu gerçekleşen hayalin mimarları belli…
Vali Enis Yeter…
Belediye Başkanı Turhan Topçuoğlu…
Vakıflar Bölge Müdürü Yavuz Yücebıyık…
Ve tabi ki bu şahsiyetlerin ardındaki fedakar ekipleri…
Bir zamanlar hayal dahi edemediğimiz güzellikleri artık kanıksar olduk…
Nereden nereye geldiğimizi…
Yaz aylarında turist otobüslerinin Cumhuriyet meydanını doldurmasını…
Televizyonlarda gezi ve belgesel programlarının ana malzemeleri arasında Kastamonu’nun sıkça yer almasını…
Ulusal gazetelerin ilgisini…
Ve nüfusu 100 binleri zorlamaya başlayan memleketteki bu hareketliliği bir sebebe bağlamak isteyen olursa;
Şöyle on yıl öncesine bir yolculuk etsin istedim…
Orhan Baba (Gencebay)’ ın gençlik yıllarımızda yüreğimize su serpen ve dilimizden düşürmediğimiz parçasında dediği gibi;
“hatasız kul olmaz… hatamla sev beni….”
Ben hatalara değil, güzelliklere bakmayı yeğledim…
Yapılamayanı değil ortaya konulan güzellikleri gördüm…
Hataları, yapılamayanları, eksiklikleri de iç yüzüne vakıf olursak, konuyu detaylı bilirsek ve uzmanı olmasak da az buçuk alanımıza giren bir husus olursa elbet eleştiririz…
Eleştireceğiz….
Fakat bağcı dövmek amacıyla değil, sırf üzüm yemek istediğimiz için…
 Kastamonu’ya…
Kastamonuluya…
Hizmet eden, ecdad yadigarı mirası geleceğe taşıyan, bir büyük kasabayı şehir yapan…
Memleketime çivi çakan herkese,
Minnet, saygı ve şükranla…
Bir hatıramla bitireyim…
Yıl 2006…
Ekabiri ahaliden bir büyüğümüz yeni bastırdığımız “Kastamonu Hikayeleri” adlı kitabı inceliyor…
Gözü kitabın son hikayesine takılıyor…
SÜRGÜN SAAT…
Yani şehrin sembol eserlerinden birisi olan Saat Kulesi’nin dile geldiği hikaye…
Yüzü buruşuyor hikayenin sonuna geldiğinde…
“Sen burada şu kişiyi övmüşsün!”
Ve benim cevabım kısa;
“Siz de iyi bir şeyler yapın, sizi de öveyim, sizin de hikayenizi yazayım …”
Hala o büyüğümüzün bir hikayesini yazmak için bekliyorum!
13.12.2011